21. yy. ın başında yaşadığımız şu günlerde aşırı stres ve kimyasallar, radyasyon, pestisitler, psikolojik baskılar, isteyerek veya istemeyerek kullanılan droglar gibi çok çeşitli stimülüslerin bedenin kendi kendini uyumlandırma yeteneğine, yani otonom sinir sistemine kapasitesi üzerinde yük yüklediği izlenmektedir. Otonom Sinir Sistemi, bedenimizde solunum sistemi, dolaşım sistemi, gastro-intestinal sistem, metabolizma, beden ısısı, endokrin sistemin uyumlu çalışması, hücre solunum mekanizması, toksinlerin atılması gibi birçok görevi yerine getirir. Otonom Sinir Sistemi (O.S.S), dişler, tırnak ve saçlar hariç tüm bedeni çok geniş ve yaygın olarak sarar. Bu mikro sinir ağının uzunluğunun ekvatorun uzunluğunun 12 katı kadar olduğu tahmin edilmektedir (40.000 km X 12= 480.000 km).
NÖRALTERAPİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ:
1843’te Koller, kokainin topikal etkisinden ve tedavi edici etkilerinden söz etmiştir.
1883 yılında Rus fizyolog Pavlov, sinirler üzerindeki çalışmalarında sinir sisteminin tüm organ fonksiyonları üzerindeki uyumlandırıcı etkisini izlemiş ve holistik tıp tanımlamasını ortaya atmıştır.
1892’ de C. L. Schleich, bir cerrahi kongresinde % 1 - % 2 kokain infiltrasyon anestezisini sunmuş, ancak 800 kişi katılımlı bu kongrede aşırı tepki almış ve hiçbir katılımcıyı inandıramamıştır.
1902’ de Spiess anestetiklerin iyileştirici etkileri üzerine bir çalışma yayınlamıştır.
1903’ te Cathelin ilk caudal epidural enjeksiyonunu cocain ile gerçekleştirmiştir.
1905’ te Einhorn Novocain (procain)’ i keşfetmiştir. Bundan bir yıl sonra tekrar Spiess anestezi uygulamalarında iltihabi lezyonların daha çabuk iyileştiklerini ve yaraların kapanmasında daha az komplikasyonlarla karşılaştığını bildirmiştir. Bu çalışmalar daha sonra Orta Avrupa’ da ve özellikle Almanya’ da unutulmuş, ancak Spreansky ve Vishnevski tarafından Sovyet tıbbında uygulanmıştır.
1920’ de Leriche ilk defa temporal arter etrafına uyguladığı novacoinle (irrigasyon) migren tedavi etmiştir. Gine Leriche, 1925’ te ilk defa novacoinle ggln. Stellatum blokajını denemiştir. 1925’ te Ferdinand Huneke uzun yıllardan beri migren ağrısı çeken kız kardeşine yanlışlıkla içinde procain bulunan bir preparat enjekte etmiş ve ısrarcı ağrıların ortadan kalktığını hayretle izlemiş. İkinci uygulamada ise kardeşinin tamamen iyileştiğini gözlemlemiştir. Böylece kardeşi Walter Huneke ile birlikte yaptığı çalışmalar sonucunda procainin sadece lokal anestetik değil, yeni bir kullanım metoduyla beraber tedavi amaçlı bir preparat olduğunu açıklamışlardır.
1927’ de Huneke kardeşler deneyimlerini "Unbekannte Fernwirkung von Lokalanesthetika" (Lokal anestetiklerin bilinmeyen uzak etkileri) adlı çalışmalarında yayınlamışlar. Bu yöntemi terapatik anestezi metodu olarak isimlendirmişler, daha sonra bunu segmental tedavi yöntemi olarak değiştirmişlerdir.
1940 yılında Ferdinand Huneke ilk defa bir uygulamasında yıldırım etkiyle (lightning reaction- flash effect) karşılaşmış, bunun tedavideki önemini algılamıştır. Dr F. Huneke sol omuzunda aylardan beri geçmeyen, ısrarcı bir humeroscapular periartiritsi olan bir kadın hastasını tedavi etmiştir. O dönemdeki yaygın inanış, bir enfeksiyon odağından yayılan bakterilerin ve toksinlerin kan yoluyla dağıldığı ve böylece ağrılı eklem semptomlarının görülmesiydi. Bu arada kadın hastanın 35 yıl öncesine dayanan sağ bacağındaki bir osteomiyelit odağının zaman zaman subakut ekseserbasyonu nedeniyle sağ bacağın amputasyonu düşünülüyordu. Bundan evvel ise hastanın bir çok dişi çekilmiş, appendektomi ve tonsillektomi yapılmıştı. F. Huneke hastasına, sol omuz eklem bölgesine alışılageldik tedavi yöntemini uyguladığında başarısızlıkla karşılaşmış ve hastadan özür dilemek zorunda kalarak, durumu ‘tedavi edilemez vaka’ olarak sınıflandırmıştır. Bundan birkaç hafta sonra hasta, sağ bacağındaki osteomiyelit odağının subakut süpürasyonu ile, yaranın parlak kırmızı, akıntılı, acılı, yangılı ve kaşıntılı durumuyla Huneke’ ye tekrar başvurmuş ve bu durumu için yardım istemiştir. Bu sefer Huneke sadece yaranın çevresine “quaddle” (cilt altına uygulama) uygulamaya karar vermiştir. Bu uygulamadan sonra ilk defa nöralterapideki “yıldırım etkiye” şahit olmuştur. Uygulamadan hemen sonra hastanın karşı taraftaki omzundaki mevcut tüm semptomlar ortadan kalkmış ve hasta omzunu rahatlıkla hareket ettirebilmiştir. Böylece Huneke’ ye göre günümüzde enterferans bölgeleri olarak adlandırdığımız, lokal ve patojenik olarak irritasyon bölgesinin çevresi, segmental düzenin dışında tetikleyici olarak kendisini göstermekte ve problemli bölgenin çok uzağından dürtü gönderebilmektedir. Bu iletim kan iletişim yolu ile olmayıp sadece sinirsel iletişim yollarıyla gerçekleşmektedir. Böylece iritasyonların analizi, eksik veya fazlalıkların tanımlanması, sistemler ve/veya organlar arası uyumsuzluklar ile diğer tüm doğal yaşam dengesizlikleri, diğer bir değimle bedendeki bilgi alışverişi nöro-vejetatif sistemin iletişim ağı sayesinde olmaktadır. Nöro- vejetatif sistem bir bütündür ve tüm işlevlerini sibernetik kanunlar çerçevesinde gerçekleştirmektedir. Bu da sistemin bir anlamda iletişim hatalarının gerek organlar, gerekse vücut sıvıları ki, hümöral yapı içinde bir bütün olarak kesintisiz çalışması anlamına gelir. Sistemde oluşan bir veya birden fazla bozucu uyarı ise bu iletişim ağı yoluyla sistemde etkinleşir ve tüm fonksiyonel yapı üzerinde etkisini gösterir. Diğer bir değimle sadece bir organ veya sistem hastalanmaz, bütün beden bundan etkilenir. Holistik anlamda ise bu bir holografik tıp yaklaşımı olup, Bohm, Pribram, Capra ve diğer birçok bilim adamı “bir tek bütün için, bütün ise bir tek için çalışır” felsefesiyle konuya açıklık getirmişlerdir.
Diğer taraftan Huneke Kardeşler 1928’ de yayınladıkları “ Lokal anestetiklerin bilinmeyen uzak etkileri” adlı çalışmalarının sonucu olarak tedavide iki farklı yöntem ortaya koyduklarında, bu holografik yaklaşımı başka bir anlatımla sunmuşlardır. Huneke kardeşlere göre Nöralterapinin ana felsefesi:
1. Segmental tedavi yöntemi
2. Bozucu alanların ortadan kaldırılması
esasına dayanır. Bu da “kuti-viseral refleks hattı” ya da “viseroviseral refleks hattı” olarak tanımlanan lezyonların procainle tedavi edilmesine dayanır.
Diğer taraftan Head ve Mackenzie, hastalıklı veya doğal dengesi bozulmuş organın, düzenli ve sınırları belirginleşmiş olarak deri (cutan) ve deri altı (subcutan) zonlarda reaksiyon yarattığını izlemişler. Buradan hareketle herhangi bir organın, bedenin belli bir yüzeysel bölgesi ile kutano- viseral refleks hatları veya kanalları aracılığı ile iletişimde olabileceği sonucuna varmışlardır.
Kısaca özetlemek gerekirse, segmental tedavi yönteminde, herhangi bir segmentte deriye procain enjeksiyonuyla yapılacak bir uyarı vasıtasıyla afferent ve efferent hatlar yoluyla o segmentin bağlı olduğu adale, organ veya organ sistemine uyumlandırıcı ve düzenleyici uyarılar göndermek mümkündür.
Yaşamın sadece maddesel değil, aynı zamanda bir enerji boyutunun da olduğunu düşünürsek, bozucu alanların ortadan kaldırılmasının yöntemini kısaca şöyle özetleyebiliriz: Sağlıklı bir hücrede hücre içi sıvıda potasyum, hücre dışı sıvıda ise sodyum bulunur. Yani her hücre 40-90 mili volt potansiyeli olan miniskül birer potasyum pilidir. Her hücre irritasyonunda bu potansiyel düşer ve depolarize olur. Oksijen metabolizmasının normal oluğu durumlarda elde edilen enerji ile hücre hemen kendini toplar ve repolarize olur. Ancak sert, yoğun ve/veya sürekli olan kimyasal – travmatik psikolojik- fiziksel irritasyonlar sonucu hücre tekrar repolarize olamaz ve depolarize olarak kalır. Bu durumda artık hücre frajildir (kırılgan), dengesi bozulmuştur yani hastadır. Bu durumu meydana getiren, hücre sıvısı içine giren fazla miktardaki sodyumdur. Dengeyi tekrar sağlamak için sodyumun dışarı çıkması ve hücre için gerekli normal potasyumun hücre içine girebilmesidir. Ancak bu şekilde bir hücre kendisini tekrar polarize edebilir. Bu dengeyi kuramayan frajil (kırılgan) hücre bedendeki bilgi akışına katılamaz, fonksiyonlarını yerine getiremez. Neticede bu tür hücreler 40-90 mili volt potansiyeli kaybettikleri için sürekli olarak ritmik bir şekilde deşarj olduklarından bozucu sinyaller göndererek bozucu alan oluştururlar.
Buna istinaden, geçmişteki bir irritasyon veya herhangi bir inflamasyonun, kimyasal-fiziksel-travmatik aktif bir olgudan ötürü bedenin herhangi bir yerini patojen bozucu alan yapabilme olasılığı vardır. Dolayısıyla sorunun orijini olan primer bir odak, nöro-vejetatif sistem iletim ağı ile herhangi bir başka bölgede ikincil odak olarak çok farklı problemler doğurabilir. Her bireyin bir organı diğerlerine göre daha zayıftır “ locus minoris resstantiae” ve bu bozucu alan yaratabilir. Diğer taraftan bedendeki tüm skatrisler bozucu alan olabileceği gibi karaciğer, akciğer, safra kesesi , mide bağırsaklar, kalp, uterus, prostat gibi bütün organlarda bozucu alanlar olabilirler. Herhangi bir odağın ya da bozucu alanın varlığı aynı zamanda objektif olarak kan kimyasında değişikliğe, termo- regülasyonda sapmalara, oksijen konsantrasyonunda dengesizliğe, derideki biyo- elektrik potensiyelinde farklılaşmalara yol açabilmektedir.
Dolayısıyla nöralterapide kulanılan lokal anestetiklerle hücre potansiyelinin kayda değer biçimde arttırılması olasıdır. Böylece hücrenin repolizasyonu ile beraber hücre membranındaki stabilizasyon sağlanmış olur. Bu sayede hücre normal fonksiyonuna dönerek, nöro-vejetatif iletişim ağında ( sinir-iç sıvılar)-(hümoral-hormonal) tekrar yerini alır. Ancak bu regülasyonu sağlamak için bir uygulama değil, bazen birden fazla uygulama da gerekebilir. Bu da her uygulamada organizmanın biraz daha repolarize olarak potansiyelini normal düzeyde tutmasını sağlamak demektir.
Ancak bireyde birden fazla bozucu alan bulunabilir. Bozucu alanlar sürekli olarak aktif olmayabilirler ve herhangi bir nedenle tetiklendiklerinde aktif hale dönüşebilir ve nöro-vejetatif iletişim ağındaki görevlerinden koparak bedende dengesizlikler yaratabilirler.
Tedaviye cevap vermeyen vakaların % 40-42 ‘ sinde bozucu alan varlığın- dan söz edilmektedir. Aynı zamanda baş-boyun bölgesindeki bozucu alanların % 70 ‘ e varan bölümü ağız-diş kompleksinden geldiği bilinmektedir.
Burada nöralterapi uygulanırken bilinmesi gereken bazı noktaları vurgulamak istiyoruz:
1. Bedenin herhangi bir bölgesi bozucu alana dönüşebilir,
2. Her hastalık bazı özel durumlar hariç bozucu alandan etkilenebilir, (bu özel durumlar ise; psikoz, kalıtımsal, ileri safhadaki enfeksiyöz hastalıklar ve terminal safhadaki skatrisler, karaciğer sirozu gibi).
Sonuç olarak nöralteraopi uygulaması ile bedendeki dengesizlikler ortadan kaldırılarak-bazen “yıldırım etki” ile - hastaların tedavisinde başarılı sonuçlar alınması çok mümkündür.
NÖRALTERAPİ NASIL UYGULANIR?
Öncelikle çok iyi ve detaylı bir hasta sorgulaması (anamnez, nöralterapinin en kritik aşamasıdır) ve fizik muayenesi yapılır.
Sonrasında hastanın onayı alınarak nöral tedaviye başlanabilir. Prensip olarak Huneke’ye Göre Nöral Tedavi :
1. Yüzeysel / lokal enjeksiyon,
2. Segmental tedavi,
3. Bozucu alan tedavisi ve.
4. Derin (Ganglion blokajı) Enjeksiyonolarak uygulanır.
1. YÜZEYSEL ENJEKSİYON
Yüzeyel enjeksiyon yöntemi özel akupunktur noktalarına yapılır. Akupunktur, perivasküler sempatik pleksusu, sempatik ve parasempatik sinir liflerini tedavi eder. Bunlar, iğne ucundaki sinyali aksiyon potansiyeline çevirebilen vücuttaki özelleşmiş yapılardır ve varlıkları kanıtlanmıştır.
Aku-noktaları, otonomik sinir liflerinin yoğun olduğu, özellikle kan ve lenf damarlarının birlikte bulunduğu alanlardır.
Vücut, kulak (Geleneksel Çin ve Nogier kulağı), saçlı kafa derisi (Yamamoto), ağız içi, dil, el-ayak (Su Jok) ve diğer aku-noktaları otonomik sinir sisteminin düzenlenmesi açısından çok önemlidir.
2. SEGMENTAL TEDAVİ
Segmental terapi ve skar enjeksiyonu (bozucu alanların ortadan kaldırılması), nöralterapinin ana felsefesidir.Bu da “kütanö-viseral” ya da “visero-viseral refleks” sistemleri ile açıklanmaktadır. Gerçekten akupunktur felsefesinde binlerce yıldır mevcut hat= meridyen= kanal kavramı, Head ve Mackenzitarafından,hastalıklı organların düzenli ve sınırları belirginleşmiş olarak deri ve subkütan zonlarda reaksiyon yarattığını göstermeleri ile netleşmiştir.
Yani, herhangi bir organın kütanö-viseral refleks hatları veya kanalları ile cild ve cildaltı yüzeyel dokularıyla iletişimde olabileceğinibelirtmişlerdir.
Özetle, segmental tedavi yönteminde, herhangi bir segmentte deriye yapılacak uyarı ile afferent ve efferent hatlar vasıtasıyla o segmentin bağlı olduğu adale, organ veya sistemleri dengelemek mümkündür.
Aksi ispat edilmedikçe tüm skarlar problemdir.Herhangi bir hastadaki skara en az bir kez enjeksiyon yapılmalıdır. Eğer iyileşme olursa, cevap vermemeye başlayıncaya kadar devam edilmelidir.
Dermatom (Segmental) uyarı yapılan hastada eğer yakınmalarda artış oluyorsa o zaman sorunun dermatomdanziyade bir bozucu alan veya bozucu odak kaynaklıoldugu hatırlanmalıdır.
Şikayetlerin artması durumunda bozucu alan araştırılmalıdır.
3. BOZUCU ALAN (STÖRFELD=INTERFERENCE FIELD) ve ÖNEMİ
Bozucu alan ya da odaklar, nöral tedavide belki de en temel, etkili ve kalıcı sonucu elde etmemizi sağlar. Bazen de tedavinin başarısız olmasının asıl sebebidir.
Bozucu alan, geçirmiş olduğumuz herhangi bir rahatsızlık veya cerahi girişim sonucu biyolojik iyileşmenin tam olmadığı ve vücudumuzda biriken atık-toksik- maddelerin oluşturduğu bir bölgedir. Bozucu alan, sürekli bir irritasyon (olumsuz uyarı) merkezi olarak çalışır.
Bozucu alana ek bir uyarı, rahatsızlık ya da stres eklenmezse, uzun süre bozucu alan sadece regülasyon=dengeleme mekanizmasında inişli çıkışlı bir fonksiyon bozukluğuna sebep olur. Eğer ek bir stres, uyarıların artması ya da psikososyal yük vs. devreye girerse, artık hastalık kaçınılmaz olur.
Hayatın sadece madde değil bir enerji boyutunun da olduğundan hareketle bozucu alanların ortadan kaldırılmasını şöyle açıklayabiliriz. Sağlıklı bir hücrede, hücre içi ve dışı potasyum ve sodyum iyonları arasında kritik bir denge vardır. Hücre zarı dinlenme durumundayken, dış tarafta pozitif, iç tarafında negatif yük hakimdir. Bir uyarılma sözkonusu olduğunda zarın sodyum iyonlarına geçirgenliği birden artınca, sodyum iyonları o kadar ani ve hızlı bir şekilde hücre içine akar ki, dış ve iç taraf arasındaki potansiyel farkı yok olur. Hatta membran iç yüzünde dış yüze oranla daha fazla pozitif yük oluşur. Bu haldeyken, artık normal dinlenme potansiyeli ortadan kalkmıştır. Potasyum iyonları hücreyi terk etmiş ve sodyum iyonları da hücre içine akmıştır (Depolarizasyon).
Normal şartlarda, depolarizasyonun ardından hemen hücre zarı porları sodyuma karşı geçirgenliğini yeniden kaybeder. Böylece potasyum iyonları hücreiçine girerken sodyum tekrar hücre dışına akar (Repolarizasyon). Hücre tekrar “impermeabl” olur. Yani hücrenin dinlenme potansiyeli (repolarize) geri gelmiştir.
Her hücre, 40-90 milivolt potansiyelinde bir pildir.Her hücre iritasyonunda bu potansiyel düşer ve hücre depolarize olur. Oksijen metabolizmasının normal olduğu durumlarda elde edilen enerji ile hücre hemen kendisini toplar ve repolarize olur. Ancak yoğun ve/veya sürekli kimyasal-travmatik-psikolojik ya da fiziksel uyarılar sonucu hücre tekrar repolarize olamaz ve depolarize halde kalır. Hücrenin membran potansiyeli neredeyse “sıfır”a düşmüştür.Bu durumda hücre artık frajildir-çok hassastır-dengesi bozulmuştur yani hastadır.
Böyle bir hücrede sodyum-potasyum dengesi de bozulmuştur ve o hücreler vücudumuzdaki genel bilgi akışına katılamaz; fonksiyonlarını yerine getiremez. Sonuç olarak bu hücreler, 40-90 milivoltluk enerjilerini kaybettikleri için sürekli ve ritmik olarak deşarj olur ve bozucu alan haline gelir. Nöralterapide kullandığımız Prokain, içerdiği yaklaşık 290 milivoltluk güç ile hücreleri tekrar hiperpolarize eder.
Nöral terapötik ajanın (prokain), bozulmuş alana gelmesi ve içerdiği yüksek potansiyeli ile bozulmuş hücre membran potansiyelini repolarize ederek, membran stabilizasyonunu yeniden sağlaması, sadece nöro-vejetatif düzensizliği ortadan kaldırmaz aynı zamanda nöral, hümoral, sellüler ve hormonal etkinliği restore eder.
Bu bilgilerdan hareketle, geçmişteki bir iritasyon ya da herhangi bir enflamasyonun, kimyasal-fiziksel-travmatik bir olgudan dolayı bedenin bir yerini, patojen bir bozucu alan haline getirebilmesi mümkündür. Dolayısıyla sorunun esas kaynağı olan primer bir odak , nörovejetatif sistem iletim ağı ile herhangi bir başka bölgede sekonder odak olarak çok farklı problemler doğurabilir.
Her bireyin, diğerlerine göre daha zayıf olan ve bir organı, “locus minoris resistentiae” (bozucu alan)etkisi yapabilir. Diğer taraftan vücudumuzdaki tüm skatrisler (yara izleri) bozucu alan olabilecekleri gibi karaciğer, akciğerler, safra kesesi, mide, bağırsaklar, kalp, uterus, prostat gibi bütün organlar da bozucu alan olabilir.
Herhangi bir odağın veya bozucu alanın varlığı, aynı zamanda objektif olarak kan kimyasında değişikliğe, termo-regülasyonda sapmalara (tiroid disfonksiyonu), oksijen konsantrasyonunda dengesizliğe, derideki biyo-elektrik potansiyellerde farklılaşmaya yol açar.
Nöralterapide kullanılan lokal anestetikler (prokain veya lidokain) sayesinde hücrelerin repolarizasyonu ile birlikte membran stabilizasyonu da sağlanır. Hücre, normal fonksiyonlarına dönerek, nöro-vejetatif iletişim ağında tekrar yerini alır. Ancak, bu sonuç için bazen birkaç uygulama gerekir. Her uygulama sonrasında hücrelerin repolarizasyon gücü artarak normal potansiyeline tekrar ulaşır.
Huneke’nin tanımladığı “sekundum fenomeni”ise,insan bedeninde bulunan herhangi bir bozucu alana yapılan enjeksiyon sonrası, hastanın şikayetlerinin yaklaşık 20 saat kaybolmasıdır. O zaman, enjeksiyon yerinin bir bozucu alan olduğundan ve “yıldırım etkisi”nden sözedilebilir. Ağız ve diş kompleksinde ise yakınmaların 8 saat kaybolması yeterlidir.
Tedaviye cevap vermeyen vakaların % 42’sindebozucu alanların varlığından sözedilmektedir. Bozucu alanların yaklaşık % 70’i, baş bölgesindedir.
Bozucu alan olabilecek başlıca durumlar:
- Dişler (diş dolguları özellikle AMALGAM!),
- Tonsillektomi (Bademciklerin alınması),
- Kronik bademcik iltihabı,
- Kronik sinüsit,
- Burun sinüzit-deviasyon- estetik operasyonları,
- Yara ve yanık izleri,
- Aşı izleri,
- Geçirilmiş tüm operasyonlar (appendektomi, sezeryan - epizyotomi – inguinal herni skarı vs),
- Göbek kordonu skarı (Göbek deliği),
- Bazen sünnet skarı,
- Ağır metaller,
- Elektromanyetik yüklenme (elektrosmog),
- Endokrin bozucular (katkı maddeleri vs).
Detoksifiye edici organlar (böbrekler, akciğerler, karaciğer, deri, barsaklar) aşırı yük altında kaldıklarında temel sistem yani matriks, artık toksik maddeler için depo görevi yapmaya başlar.
Bundan sonra toksik maddelerin gidebileceği 3 yol vardır:
1. Pinositozla otonomik sinir sonlamalarına alınabilir. Toksinler, spinal korda (omuriliğe) oradan da beyne gidebilir. Ya da perifere, bu uyaranlara oldukça hassas olan kas iğciği, nosiseptör (ağrı reseptörleri), kan damarlarının duvarları ve lenfatiklerdeki otonomik sinir sonlanmalarına gider.
2. Venüller ve lenfatiklerce absorbe edilip büyük venlere, sonra akciğerler, böbrekler, beyin ve diğer dokulara dağılır. Toksinler, böbreklere ya da karaciğere ulaşırsa tamamen vücuttan atılabilir.
3. Toksinler hücre içine absorbe edilir. Bunun 3 nedeni vardır:
Depolama kabiliyeti tamamen dolmuştur; fazlası vardır (AMALGAM dolgularda sık görüldüğü gibi).
Hücre duvarı hasarlıdır (yağ asidi eksikliği, çözücülerin hasarı vs.)
Bu toksinler için gereken İYON KANALLARI açıktır ve osmotik gradyan vardır ( normalde dış ortama göre hücre içindeki toksin konsantrasyonunun daha az olması).
Bu durum, toksin homeopatik dozlarda verildiğinde daha tipiktir. Örneğin hücrelerearası sıvıda yüksek konsantrasyonda CIVASI olan bir kişide bu sebeple hücre içinde aslında CIVA yoktur. Eğer, HOMEOPATİK CIVA verilirse, hücre duvarından içeriye cıva sızar ve mitokondriyi etkisiz kılar. Hatta hücre çekirdeğine geçip genetik kodu değiştirebilir.